BU DÖKÜMANI WORD OLARAK İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN
İSTANBUL’UN FETHİ VE TÜRK DÜNYA AÇISINDAN ÖNEMİ
Osmanlı sultanlarından ikinci
Mehmed Han’ın 29 Mayıs 1453’de Bizans İmparatorluğunun başşehrini almasıyla
kavuşulan mübarek fetih. Türk-İslam tarihinde çok önemli yer tutan İstanbul’un
fethi, İslamiyetle birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideal, yüce bir gayedir.
Bu ulvi gaye uğruna önce Arablar, sonra da Türkler İstanbul surları önünde seve
seve can verdiler.
İstanbul, 1453 senesine kadar
çeşitli millet, devlet ve topluluklar trafından bir çok defa muhasara
edildi.Peygamber efendimizin;
“Kostantiniyye (İstanbul)
muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun
askerleri ne güzel askerdir.”hadis-i şerifi, bütün Müslüman
sultan ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini ele geçirdi.
Müslümanlar, feth-i mübini gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular.
İslam aleminde dört halife, Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar devrinde en büyük
ideal haline gelen İstanbul2un fethine ilk teşebbüs, üçüncü halife hazret-i Osman
devrinde 655 senesinde yapıldı. Emeviler devrinde Hazret-i Muaviye, oğlu Yezid
kumandasında bir orduyu İstanbul’u muhasara için gönderdi. Bu muhasara da büyük
sahabelerden hazret-i Ebu Eyyüb
el-Ensari de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen
İstanbul feth olunamadı.
Fetih ve medeniyet
İstanbul'un fethi, tarih yolu üstüne kabus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, yalnız Müslümanlar'a ve Türkler'e değil, bütün insanlığa yeniden açılmasıdır. İstanbul'un fethi büyük bir tarihî devrimdir.
"Cümle ehli âlemin mamûresin arzetseler
Ehli fakrin hissesine mülki istigna düşer." - Avni
("Bütün el âlemin iler tutar nesi var ortaya konsa
Mülksüzlerin payına düşen mülk: Kâinata metelik vermemektir." - Fatih Mehmet)
İstanbul'un fethini sadece bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl önceki kafa ile düşünmek olur.
İstanbul'un fethi bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir. Din, eski savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama, sade bir bayrak... Bugün de bayrak, savaşın nedeni değil, döğüşen ülkelerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki dini gerekçeler kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, çelişkili tarih kavgalarını güden derin maddi kanunların yüzeydeki sembolik ifadelerinden ibarettir.
Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul'un fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler.
Fetih bir memleketin mi, insanlığın mı?
Gerçekte, İstanbul'un fethi, herşeyden önce bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça'da "Fetih" sözü güzel bir tesadüfle: "Açmak" manasına gelir. İstanbul'un fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul'un fethi, tarih yolu üstüne kabus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, -yalnız Müslümanlar'a, yalnız Türkler'e değil, bütün insanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak adetti.
Demek, İstanbul'un fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı, -hatta bir dereceye kadar, insan olarak- görevli sayılabileceği büyük tarihî devrimlerden biridir.
Fetih zorla mı, gönülle mi?
Bizzat İstanbul'un fethine yakından bakalım.
Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 2002 sayısında tamamını bulabileceğiniz makaleyi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1 Mayıs 1953 tarihinde (İstanbul'un fethinin 500. yıldönümünde) kaleme almıştır. İstanbul'da Tecelli Matbaası tarafından basılan makale, Hikmet Kıvılcımlı'nın hiçbir eserinde yer almamaktadır. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Bilimsel Sosyalizminin geçmişteki en önemli adlarından biridir ve sadece politik bir lider olma vasfıyla değil, özgün bilimsel çalışmalarıyla da ünlüdür. Bilim ve Ütopya, Hikmet Kıvılcımlı'nın bu çalışmalarını ve katkılarını önümüzdeki sayılarda geniş bir dosya halinde incelemeye hazırlanıyor. Makaledeki bugün artık kullanılmayan sözcüklerin yerine, günümüz Türkçesindeki karşılıklarını kullandık. Çok miktarda eski Türkçe sözcük içeren bazı alıntıların ise tamamını günümüz Türkçesine çevirdik (köşeli parantez [..] içinde).
29 MAYIS İSTANBUL'UN FETHİ
Yüce Rasülümüzün müjdesi olarak gerçekleşmiş, İstanbul'un
Fethi'nin yıldönümünü her yıl aşk ve heyecanla yaşıyoruz. Bu büyük olayı
sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, Hicreti, Peygamber Efendimiziin
konu ile ilgili müjdesini ve İslam Tarihi'ni çok iyi bilmek gereklidir.
Güzel
İstanbul'umuz Fetihten önce 22 kere kuşatılmış, bu kuşatmanın 11'i Müslümanlar,
11'i ise, diğer kavimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu büyük müjdeden
1453'e nasıl gelinmiştir? Önce bunu değerlendirmeye çalışalım:
Mekke'den Medine'ye Hicret'i sırasında, tüm
Medineli Müslümanlar Yüce Rasülümüze kucak açmışlar, bir yandan "Ay doğdu
üzerimize Veda Tepesi'nden..." diye ilahiler okurken, bir yandan da,
herbiri kendi evlerinde misafir etmek istemişlerdi. Peygamber Efendimiz de hiç
kimseyi kırmamak için "devesinin çöktüğü yerde" misafir olmak
istediğini
belirtmişti. Devesi "Ebu Eyyub el-Ensarî" (Halid bin Zeyd) isimli
fakir bir sahabenin evinin önünde çökmüş ve bu büyük sahabe, Efendimizi 7 ay evinde
misafir etme şerefini elde etmişti.
Başta Ebu
Eyyub el-Ensarî olmak üzere, Müslüman toplumlar Peygamber Efendimiz'in şu
müjdesi ile heyecanlanmışlar ve bu müjdenin muhatabı olmak için harekete
geç-mişlerdi: "İstanbul mutlak fethedilecektir. O'nu fetheden komutan
ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir." Sahabe ve
Müslümanların içine, şehirler dilberi "İstanbul sevdası" düşmesinin
asıl sebebi işte bu müjdedir.
İlk sefer,
Hazreti Osman zamanında yapıldı. Hz. Osman, bir komutanı başkanlığında bir
donanmayı Bizans'a gönderdi. Bu sefer ile, hem Bizans donanmasına büyük
kayıplar verdirdi, hem de bu sefer İstanbul deniz yollarının Müslümanlara
açılmasını sağladı.
İkinci sefer,
668'de Emevi Halifesi Muaviye zamanında gerçekleşti. Bu seferde, Peygamber
Efendimiz'i misafir etme şerefini elde etmiş Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de
bulunuyordu. 96 yaşına rağmen Medine'den İstanbul üzerine sefere çıkmakta
kararlıydı. Evlatları, torunları, hatta evlatlarının torunları bile vardı. Her
biri: "Babacığım, dedeciğim! Sen gitme! Senin yerine biz sefere
çıkalım." demelerine rağmen, O şunları söylüyordu:
- "Hayır!
Ben Kur'an-ı Kerim'i okudum. Oradaki cihat ayetlerini ve Fetih Süresi'ni
müteala ettim. Peygamber Efendimizin İstanbul hakkındaki müjdesine şahit oldum.
Bu sefere mutlaka çıkacağım."
Bu sefere, Ebü
Eyyüb el-Ensari yanında pek çok sahabe de katılmıştı. Bu ikinci kuşatmadan da
sonuç alınamadı. Fakat bazı sahabeler ve Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretleri
İstanbul önlerinde şehit düşmüştü. O günün şartlarında şehitleri Medine'ye
götürmek mümkün olmadığından, şehitleri gizli bir yere gömdüler. Ayrıca
"Ebü Eyyub"un tanınması için bir mermer üzerine "Kabri
Eyyüb" yazısını işlemişlerdi.
Emevîler,
Abbasîler, Yıldırım Beyazıt, Musa Çelebi ve II. Murad'ın yaptığı seferler
sonuçsuz kalmış ve sıra 22. ve son kuşatmaya gelmişti. Murat oğlu II.
Mehmed'e...
II. Mehmet
daha çocuk yaştan itibaren devrinin en seçkin hocalarının elinde yetişmişti.
Kalbine "İstanbul Sevdası" daha küçük yaşta düşmüştü. Hatta çocukluk
oyunları bile, İstanbul üzerine kurulmuştu.
Devrinin,
Molla Gürani, Molla Hüsrev, Vezir Sinan, Ahmet Paşa, Akşemsettin gibi pekçok
alimi, II. Mehmet'e dünyevî ve uhrevî ilimleri talim ettiriyordu. Sekiz yabancı
dil öğreniyor, gün geçtikçe ufku açılıyordu.
1451'de babasının
ölümü üzerine Padişah oluyor, ilk iş olarak İstanbul'un Fethi'ni
programına alıyordu. Çünkü baştan beri Fetih ruhu ile yoğrulmuştu. Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplin içinde eğitiyordu.
programına alıyordu. Çünkü baştan beri Fetih ruhu ile yoğrulmuştu. Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplin içinde eğitiyordu.
Bizans'ın
geçit vermez surlarını yıkabilecek, 1,5 kilometre uzağa fırlatılabilen 2 ton
ağırlığında toplar döktürdü. Ayrıca "Havan topu"nu icad etti.
Bu sırada
Bizans'ın durumu hiç de iç açıcı değildi. Halk ahlakî ve ekonomik çöküntüden
bıkmış, Konstatin'in zulmünden yılmıştı. O kadar ki halk "Hristiyan külahı
görmektense, Müslüman sarığı görmek daha iyidir." diyecek duruma gelmişti.
Çünkü o dönemde Osmanlı "Adil bir dünya düzeni" kurmayı
başarmış, dünyanın hayranlığını kazanmışta.
İstanbul'u fethetmekte kararlı olan II. Mehmet
tarihin ilk ağır toplarını döktürdü.
Karadan ve
denizden kuşatılması gereken bu şehir için her türlü tedbiri aldı. "Ya ben
İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni." diyordu. Ölümü göze alacak kadar
kararlı alan bir insanın elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Öyle de oldu.
Fatih, düşmanların hayallerinin bile ulaşamayacağı şeyleri "gerçek" haline getirmişti. Donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri gemiden yürüttü.
Fatih, düşmanların hayallerinin bile ulaşamayacağı şeyleri "gerçek" haline getirmişti. Donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri gemiden yürüttü.
Hocası
Akşemsettin Hazretlerinin izni ve duası ile kuşatmayı başlattı. 53 gün durmadan
surlar doğuldu. Geçit vermez surlar delik-deşik oluyordu. Bütün tedbirlere
rağmen İstanbul düşmüyordu. Son gece Fatih hocasının yanına geliyor:
- "Hocam,
ne olur, artık himmet buyurun da İstanbul'u fethedelim." diye ağlıyordu.
Akşemsettin Hazretleri kısa bir uykuya dalıyor, rüyasında "Ebu Eyyüb el-Ensarî'nin kabri gösteriliyordu. Bu fethin müjdecisiydi. Gece yarısı "Talebesini yeniden çağırıyor, 29 Mayıs sabahı için son hücum emrini veriyordu. Gerçekten bu son hücuma surlar dayanmıyor, İstanbul Osmanlıya teslim oluyordu. Surlara Tevhid Bayrağı'nı dikme şerefi ise ulubatlı Hasan'ın... Genç ulubatlı, bir ok yağmuruna maruz kalmasına rağmen, azim ve kararlılığından hiç bir şey kaybetmiyor, bayrağı burçlara diktikten sonra şehitlik rütbesine yükseliyordu.
Akşemsettin Hazretleri kısa bir uykuya dalıyor, rüyasında "Ebu Eyyüb el-Ensarî'nin kabri gösteriliyordu. Bu fethin müjdecisiydi. Gece yarısı "Talebesini yeniden çağırıyor, 29 Mayıs sabahı için son hücum emrini veriyordu. Gerçekten bu son hücuma surlar dayanmıyor, İstanbul Osmanlıya teslim oluyordu. Surlara Tevhid Bayrağı'nı dikme şerefi ise ulubatlı Hasan'ın... Genç ulubatlı, bir ok yağmuruna maruz kalmasına rağmen, azim ve kararlılığından hiç bir şey kaybetmiyor, bayrağı burçlara diktikten sonra şehitlik rütbesine yükseliyordu.
Ulubatlı bir
sembol şahsiyetti. Fatih'in ordusunda, Ulubatlı Hasan misali Peygamber
müjdesine ulaşmanın aşk ve iştiyakiyle yanıp tutuşan, Anadolu'nun binlerce
bağrı yanık delikanlısı bulunuyordu. Her biri genç neslin ideal örneği olması
gereken yiğitler...
Fatih, önde
hocası Akşemsettin Hazretleri olduğu halde, çoşkulu bir törenle İstanbul'a
giriyordu. Bizans halkı ve kadınlar yollara dökülmüş, genç Fatih'i selamlıyor,
üzerine çiçekler atarak tebrik ediyorlardı. Başka bir ülkenin tarihinde böyle
göz yaşartıcı bir sahneye şahit olabilmek mümkün mü? Çünkü Bizanslılar,
Osmanlı'nın zulmetmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Öyle de oldu. Fatih,
Bizanslıları dinlerinde serbest bıraktı ve mabedlerine dokunmadı.
Fatih
İstanbul'a girerken, yeryer halkı öndeki "Akşemsettin"i padişah
zannediyor, Akşemsettin "hükümdar arkada" işaretini yapınca,
Fatih'teki edep, terbiye ve inceliğe bakın ki, şöyle karşılık veriyordu:
"- Evet,
hükümdar benim, lakin o da benim Hocam'dır!"
Fetih'ten
sonra, başkent, Edirne'den İstanbul'a taşınıyordu. Daha önce Trakya bölgesi
fethedildiği için, İstanbul ortada kalmış, fetihle birlikte Trakya ile Anadolu
arasındaki köprü de kurulmuş oluyordu.
İstanbul'un
Fethi, yıkılmaz sanılan Bizans surlarının yıkılabileceğini, "sağlam İmanın
tekeden bile süt çıkarabileceği" gerçeğini ortaya çıkarmıştı.
Fetih, bir
işgal olayı değildir. Tüm insanlığı sevgi ve özgürlük ülkesine taşıma
arzusudur. Mutluluğa kanat açmaktır. Kilitli gönüllerin açılması, fetih ile
gerçekleşir. Zaten fetih de "açma", "başlatma" anlamlarına
geliyor. Fedai olmadan fetih olmaz. Can feda etmeden İslam yayılmaz. Uğrunda
ölünebilen davalar ebedî olarak yaşar.
Kaos,
huzursuzluk ve madde saltanatının hüküm sürdüğü bir dünyada fetih ruhuna o
kadar muhtacız ki... Fetih anlayışı, insanımıza hız ve hamle gücü kazandıracak,
azim ve fedakarlık duygularını canlı tutacaktır.
Millet olarak, genç nesle zafer ve başarılarımızı
yeteri kadar anlatabildiğimiz söylenemez. Eğer, Çanakkale, İstanbul, Preveze,
Mohaç, Varna gibi zaferlerin birini
Batılılar gerçekleştirmiş
olsaydı, sırf onun için yüzlerce film yapar, bu başarısını yeni nesle anlata
anlata bitiremezdi. Nitekim tarihlerindeki basit direniş örnekleri için bunu
uyguluyorlar. Bize düşen ise "Fatih ruhu"nu genç nesle taşımak
ve yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu göstermek.
Zaferlerimizi tanıtalım ki, "gençlerimiz
inançları uğrunda fedakarlık yapabilme" zevkini tatsınlar.
Kahramanlarımızı tanıtalım ki, her gencimiz "Fatih, Ulubatlı Hasan,
Yıldırım, Yavuz, Seyyid Çavuş" olmaya özensin. Fetih bereketiyle, bütün
insanlığın yüzü gülsün.
Osmanlı pâdişâhlarının yedincisi. İstanbul’un fâtihi
olup,İkinci Murad Hanın oğludur. 30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne’de
dünyâya geldi. Annesi Candaroğulları âilesinden Hadîce Alîme Hümâ Hâtundur.
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed
devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegan’dı. Meşhur
din ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn
hazretleri şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilendi. 12 yaşına gelince devlet
idâresini öğrenmesi için Edirne’den Manisa’ya vâli olarak gönderildi. Kısa bir
süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen
yeni bir Haçlı ordusu 1444 Eylülünde Türk topraklarına girdi.Vaziyetin
ciddiyetini anlayan Sultan Mehmed yazdığı mektupla babasını yeniden saltanata
dâvet etti. Bâzı rivâyetlerde bu taleb üzerine, bir kısım rivâyetlere göre de,
durumun vehâmetini takdir eden İkinci Murad, kendi reyi ile İstanbul Boğazından
Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhal idâreyi ele alarak Varna’ya hareket
etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek
Anadolu’daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok
sarsmıştı. 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak
sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murad’ın vefâtı üzerine İkinci
Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden
saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve
çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla
fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık
kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu
konuya verdi.Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda
yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını
Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından
çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile
bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000
civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler sırtlarında taş taşıyarak hisarın
yapılmasına hizmet ettiler.Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri
dâhil vezirler üzerine aldılar.Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans
İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının
dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi. Bunun üzerine Fâtih SultanMehmed
elçiye; “Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ
bozmuştu.Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar
yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip
kurtarsın.” diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda
bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrola
alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de
Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu.İstanbul’un muhâsarasına kadar da her
geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu
(geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek,
hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan
SultanMehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin
kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir
kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarısında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu
ile Haliç’e indirilen teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına,
seyyar kulelere sâhib olmuştu.
Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş
fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bu köprüyü
Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları görenBizanslılar su
üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi. Devrin en
ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra
soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık
târihinde “yağla makina soğutmasını” havan topunun balistik hesaplarını
yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul
fethine hazırlanırken,ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri
kışkırtanBizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de
şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul
seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. Üstelik
daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddînİstanbul’u
fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul muhakak
fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır.”
meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti.
Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un
fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin
sözleri ile o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru
kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep
İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da
yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ
İstanbul’un haritası ile uğraşırdı.Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış,
veziri Çandarlı Halil Paşayı gece yarısından sonra konağından sarayına
çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir,
pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının
yersiz olduğunu belirterek,İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya
çağırdığını bildirmişti.
Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den
hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22
Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh
teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir
beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Bu
şekilde ortaçağ sona erdi yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en
müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi
(Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya
câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak
vasiyet ve vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği
ortadan kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb
eder.İsteseydi İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o
zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden sonra,
surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki
CenevizlilerTürklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya
çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken,
Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini
bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı;
“Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir.
Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” şeklindeki emriyle ölüm
bekleyen insanları sevindirdi.
Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu
serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler,
Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini
bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle
geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik
Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini
önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için
papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve
Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu.
Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az
bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da
dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi
tercih ettiklerini belirttiler.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri
atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen Fâtih Sultan
MehmedHan, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirdi. Devletin geleceği için
önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın hoş
karşılamayacağı tabiî idi.
Karaman ve İstanbul seferinden sonra, 1453’te
Cenevizlilerden Enez’i aldı. 1454’te, Kırım’a bir donanma gönderdi.Aynı yıl
Sırbistan Seferine çıktı.KuzeyEge adalarına donanma göndererek buraları ele
geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci
ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra
Belgrad’ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih
yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455’te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine
girdi.
1458’de Mora’ya ilk seferini yaptı. 1459’daki Sırbistan
Seferi sonunda,Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460’da
çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgası, Osmanlı devletine
katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461’de
Ceneviz’den Amasra’yı fethetti. Baharda Sinop’a geldi.Himâyesinde bulunan
Candarlı Beyliğine dostça son verdi.Oradan Trabzon’a yürüdü. Denizden de
kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu.Komnenos imparatorluk hânedanına
son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün
GüneyKaradeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi Trabzon ve Rize gibi
Anadolu’nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden
dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini
hâlletti.
Fâtih, 1462’de Yayçe’nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna
Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463’te Bosna’ya bir sefer
daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466’da Karaman Seferine
çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67’de Arnavutluk üzerine bir
sefer daha yaptı.
Bu ardı kesilmeyen seferlerde Fâtih, bir taraftan büyük
devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihanşumûl
hâkimiyet fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar
sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer
bırakmamak,Karadeniz’i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik
donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyânın birinci
kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra,
İtalya’yı fethetmek istiyordu. Bu plân artık dünyâca bilinmeye başlanmıştı. Bu
projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin doğusundaki komşuları da
karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana
getirildi ve uzun süren savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük
devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya,
Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifaka karşı koymasını bildi.
Düşmanlarını bâzen teker teker, bâzen ikişer üçer, bâzen beşer onar yenerek bu
büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihan İmparatorluğunun temelleri
sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmanlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya
çıktı.Venedik’in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ
Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans’ı yıkıp Venedik’i sindirmiş
oldu.
Uzun süren bu büyük savaşlar 1463’te Fâtih tarafından
başlatıldı. VenedikCumhuriyeti Osmanlılara savaş îlân etti. Macaristan da
Venedik’in yanında savaşa girdi.Kısa zamanda Osmanlılarakarşı savaşa girenlerin
sayısı arttı. Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih,
1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi.Venedik’in Batı
Ege’deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti.Akkoyunlu Beyi Uzun
Hasan,Avrupalıların,Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat’a hücum
ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472’de
Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek işgâl edilenOsmanlı topraklarını
kurtardı. Fâtih, 11 Nisan 1473’te Üsküdar’dan hareket etti. 11 Ağustosta
Erzincan yakınlarında Otlukbeli’nde Akkoyunlu ordusunu yendi.
Fâtih’in akıncı kuvvetleri,Venedik varoşlarına Almanya
içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa’yı alt üst ettiler. 23. seferini
Boğdan, 24.sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478’de Üçüncü
Arnavutluk Seferine çıktı. KırımHanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480’de
üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi.İyonya Adalarını aldıktan sonra,
donanmayı İtalya’ya gönderdi. Temmuz 1480’de Otranto’yu fethettirdi.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih SultanMehmed 300.000 kişilik
bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cumâ günü kapıkulu
askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişah Üsküdar’a geçtiğinde hasta olduğu için
birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki
Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine
hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı.
Fâtih’in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî dönmesiydi. Venedikliler,
Fâtih’in zehirlenmesi karşılığında bu dönme Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişler
Yâkub Paşa da bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş
işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe
günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti. Fâtih’in ölümü bir
müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir
zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından
parçalanarak öldürüldü.
Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti.Ölüm
haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler
yapıldı.Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini
yapılmasını emretti.
Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek Muhyiddîn Şeyh Vefâ
hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı
Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü,
dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları
kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî
bir yapıya sâhipti. Londra’da, NationalGallery’de, Fâtih SultanMehmed’in bir
portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı,
delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir.Hâlbuki, National Gallery’de bu
portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce
portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca
Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı
bilinmekle berâber, Pâdişah’ı gördüğü de belli değildir.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve
cihângirlerle doludur. Fâtih SultanMehmed de bunların başında
gelenlerdendir.Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ
kapatmıştır. İstanbul’u bütün ganîmetleri içinde firûze bir yüzük taşı gibi
parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır.Onun
için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve
Şark’ta çok şeyler söylenmiştir.Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe
deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
Fâtih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin
en güzel misâlini,Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü
zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi.İstanbul Muhâsarasında
da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük
örneğidir.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu
büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır
ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün
mukâvemet eden, birçok Müslümanın şehid edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve
onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı
genişliktedir.Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği
şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü.
Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi.İstanbul’a girdiği vakit
ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını
gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: “Ayağa kalkınız. Ben
Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren artık ne hayâtınız ne
de hürriyetiniz husûsunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!”
Fâtih, gayri müslim tebeasının din ve mezheplerine aslâ
dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih,İstanbul’un
îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada
biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha
o devir dünyâsının hâyâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseriydi.
Batılıların iddiâlarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri
yıkmışlar veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır.Hâlbuki bunları yıkan ve
yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gediklerin tâmirinde
kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır.Öyle ki, Fâtih
SultanMehmed,Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin
taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu ve; “Size malca alınacak
şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim.” diyerek yeniçeriyi
şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda
başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir.Ordunun disiplinine çok
dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebeb olan subayları şiddetli bir
şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ
hevesiyle kan dökmezdi.Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış
oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli
bir idârecilik şuûruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik
saltanat devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî
işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez
kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz
demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi,
nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti.Yapacağı seferlerin
muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün
teferruâtını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket
ederdi.Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış
münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini
en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin
en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile
haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi.“Sırrıma sakalımın
bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle
hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeblerinden sayardı. Nitekim böyle
hareket etmesinin netîcesinde İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu
kolayca ele geçirdi.
Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da
bâzan birkaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harb hâlinde
bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin,
siyâsî müzâkereler, vaatler ve geçici tâvizlerle müttefikleri birbirinden
ayırmanın kolayını buldu. Rodos Adasının fethi için donanmayı hazırlarken,
zaman kazanmak için oyalama taktiğine girişerek şehzâde Cem’e bir mektup
vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a gönderdi. Fâtih bu
mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde
yaşıyacaklarını bildiren diplomatça bir harekette bulundu.
Câsuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin
Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir
haber alma teşkilâtına da sâhipti.Almanya’da yerlilerden elde edilmiş câsusları
da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve dâimî bir Türk haber alma servisiyle
örülüydü. Fâtih’in, bu teşkilâtı sâyesinde düşmanlarından günü gününe haberi
olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül
ettirmişti.Ordunun silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş
olanları eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde
kurucusu Fâtih’tir.Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten
önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı.
Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı
hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen
sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet
hesaplarını kendisi yaptı. Piyâdeye de, öncesine nisbetle, büyük önem
verdi.Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de,
yeniçeri ve azab gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok
kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan,
terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi,
ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu
muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması plânının icrâsında
eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maârif sistemini
kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idârenin temelini meydana
getiren diyânet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı. Devlet idâresini ve
bunun ilmîleştirilmesini esas aldı.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a
topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen
büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev,
tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi,matematikte Ali Kuşçu, kelâmda
Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir
tarafından âlimler akın ederdi.Hattâ Molla Câmî bile İstanbul’a gelmekteyken,
Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine geri döndü.
İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda
iyi bir ilim adamı ve şâirdi. Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçeye
bütün incelikleriyle vâkıftı. Şiirde, devrin üstatları arasında yer aldı. Hattâ
sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, sanatsız olarak
fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu. Dedelerinin devlet
kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuuruyle geliştirmesini bilen
Fâtih, çevresinde devrin üstad şâirlerini topladı. Avnî mahlâsıyla edebî değeri
yüksek beyit ve gazeller söyledi.Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle
kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.
Bizümle saltanat lafın idermiş ol Karamanî
Hudâ fursat virürise, kara yire karam-anı
Hudâ fursat virürise, kara yire karam-anı
beyti, Karamanoğlu’nun çıkardığı fitne ve fesatlar
karşısında şahlanan celâlini gösterdiği gibi, aşağıdaki şiiri de ince duygular
sâhibi hassas bir gönlün Türk edebiyâtına nâdide bir armağanıdır:
Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül
Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyimezsin n’ideyin hay gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı
Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı
Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî
Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyimezsin n’ideyin hay gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı
Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı
Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî
Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in
elini öpüp, tahtı tâcı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn bu teklifi
reddederek, devlet işlerine memur edilen pâdişâhın asıl vazîfesini yapmamış
olacağını, dîn-i İslâm ve adâletle memleketi ve dünyâyı idâre etmenin daha
makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de
Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan
kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü.
Fâtih SultanMehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en
büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos’un hayranlıkla
anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu
sûretle Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük
devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları biraraya toplanarak ortaçağa
son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel
geçmişlerdir.
Fâtih SultanMehmed, teşkilatçı ve îmârcı idi. Devlet
idâresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe
İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzimât dönemine
kadar Osmanlı Devletinin temel kânunu olarak mer’iyyette kalan Fâtih
Kânunnâmesi çok mühim bir eserdir. Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam
Karamânî MehmedPaşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânunnâmeyi, Nişancı
Leyszâde MehmedÇelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde
hazırlanan kânunnâmede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün
temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn
Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o
sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem
verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda
babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen
medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti.
Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok
iyi tâkib etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması
sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler,
medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan
yaptırarak vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24
medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisâtı ile iki gemi tersânesi ve
kışla yapılan binâlar arasındadır.İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan
Bursa,Edirne gibi şehirlerde îmâr faâliyetleri büyük bir hızla devâm etti. Bu
devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi yapıldı.
Edirne’de Tunca Nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir
saray inşâ edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayıdır. Bu saray, 1876
Osmanlı-Rus Harbinde cephâne infilâkıyla harâb oldu.
Batılı gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan
Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran pâdişahtır. Eserlerinde
ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan
Zorzo Dolfin bir keresinde şöyle demiştir:
“Sultan Mehmed, çok az gülerdi. Zekâsı, dâimî bir çalışma
hâlindeydi.Çok cömertti.Her işte fevkalâde atılgan, hattâ cüretkârdı.Seçtiği
hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi.Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa
tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefâdan uzaktı.
Türkçe, Yunanca ve Sırpçayı çok iyi konuşurdu.Her gün bir müddet okurdu. Roma
târihi, başka devletler târihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce,
Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları
okuduğu târihler arasındaydı. Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı.Özellikle
İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa
haritasını yanından ayırmazdı. Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul
olur, araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin
âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta
mahâretliydi.”
Diğer bir İtalyan târihçi Langusto, İstanbul’un fethinden
sonra şöyle yazmıştır:
“Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu,
silâhlar kuşanmış, asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirâsı ile
yanan, cömert ve iyi kalpli, gâyelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdârdı. En çok
harp sanatına meraklıydı.Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir
araştırmacıydı.Sefâhat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu.Harem dâiresinde
çok az vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül
gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşindeydi.”
Alman müsteşrik Franz Babinger, Mehmed-IIder Eroberer und
seine Zeit Weltenstürmer einer Zeitenwende adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türk dünyâsı için Fâtih günümüze kadar, bütün
imparatorların en büyüğü olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın
kendisiyle mukâyese edilmesi zordur. O Türk milletine, bütün târihinin en
harîkulâde ve en yaklaşılması gayr-i kâbil şâhsiyet olarak takdim edilmiştir.
Batı âleminin mukadderâtı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarîh bir
şekilde işâretlenmiştir.Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sâhalarının dış
görünüşünü derinden değiştirmiştir.Ortaçağdan çıkarken insanları ve dünyâyı
görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır.”
Ad âletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdir edilen
iki mısrâlık basit şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek
yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış
bir hükümdâr ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângir hakında günümüze kadar
binlerce kitap yazılmıştır.
Yorum Gönder